İÇERİK, TÜR VE GEREKÇE:
Burada anlattığım tüm konular, toplumumuzun yaralarının oluşmasında en büyük etken olan kavram kargaşası ile oluşturduğumuz ikilem örtüsü ve bu örtünün bizleri nasıl çürütmekte olduğuyla ilgilidir. Lakin bu kitabın yazımına bunları açıklamak için başlanmadı. Asıl maksadım, ülkemizin kanayan bir yarası olup, toplumumuzdaki çürümeyi teşkil eden; “İmam Nikahı ya da Dini Nikah ile Resmi Nikah” ikileminin ortadan kaldırılması ve nikahın tekliğine dair bir yazı kaleme almaktı.
Bu yazıyı da öncelikle; Hükümetimize, Diyanet İşleri Başkanlığımıza, Barolarımıza ve konuyla ilgili bilim çevrelerine dönük biçimde yazacaktım. Durum böyle olunca yazı, teknik ve bilimsel bir mahiyet taşıyacaktı. Dolayısıyla yazının bir derinliği olacağı da muhakkaktı. Konunun bu derinliği nedeniyle, ağır bir yazı olması ise kaçınılmazdı.
Nikah konusu beni, uzun zamandır rahatsız etmekteydi. Aklımın erdiğince, gücümün yetip, dilimin döndüğünce; içinde yaşadığım topluma, olumlu anlamda bir nebzecik de olsa, katkı yapmak arzusundaydım.
Toplumumuzda son dönemlerde, bu yönde hızla gelişen çürüme ve avukatlık büroma erişen bir konu, beni bu yazıyı hızla kaleme alma yoluna itti. Basitçe söylemek gerekirse; aileler sırf ölen babalarından maaş alsınlar diye boşanıyorlar, güya bir imam nikahı yapıyorlar, “Biz Allah yanında nikahlıyız.” diye kendilerini kandırdıkları gibi, o haram parayı da bir güzel yiyorlardı… Ya da kocası ölmüş kadınlar, güya “imam nikahı’yla” evleniyor, aynı şeyleri, aynı gerekçelerle onlar da sürdürüyorlardı.
Borcun sebebini ben bilemem; lakin bakıyorsun adam borçlanmış. Ama borcunu ödeme niyeti yok. Tüm mal varlığını hanımının üzerine geçiriyor. Haydi bakalım hakimin önüne; boşanıyorlar! Eh, bir de imam nikahı..! Bakın; onlar Allah yanında nikahlı.(!) Borçlunun karşısında ise ortada evlilik mevlilik yok; boşanmışlar! İş kitabına uymuş.(!) Bakalım Allah nasıl uyduracak bu işi size!
Şu ya da bu biçimde evde, karı koca arasında huzursuzluk vardı. Belki de adam karısından bıkmıştı. Yahut farklılık arıyordu. Kim bilir, belki parayı bulunca armıştı da kendisine bir dost tutmuştu.(!?) Ya da birini gerçekten sevmiş, ondan kopamıyordu. Olabilirdi ki; eski eşini de seviyordu. Belki de onu, boşamamasını gerektiren nedenleri vardı. Bu nedenler ağır basıyordu.Ben bunları bilemiyor ve yargılayamıyorum ancak ve vs…. “Haydi bulun bir imam; kıysın bir imam nikahı…. Yahu İnsanlar, Allah yanında zina ediyor durumuna düşmesinler.” oluyordu. Sanki sözü edilen bu nikah, Allah’ü Teala’nın Kuran ile inzal ettiği yani indirdiği, konuya dair ayetlere, Kuran’ın genel bakış açısına gayet uygunmuş gibi.(!?) Hatta işin daha vahimi:
Tabii ki, dürüst hanımlarımızı tenzih ediyorum; bazı kadınlarımız bunu, bir kazanç ve vurgun yolu haline getirmişlerdi. Örneğin:
-İkilem yaratmak suretiyle; “Resmi Nikah” diye adlandırdığımız “Nikah’ı” istemediklerini belirterek, sadece “imam nikahıyla” iktifa yetineceklerini, (bir kısım gerekçeler de öne sürmek suretiyle) söylüyorlardı. Pek tabii ki durum bu olunca; kendilerine bir kısım gayrimenkul tapusu falan devredilmeli, eve yeni ve güzel eşyalar da alınmalıydı.(!) ! Altın, bilezik, küpe vs. şeyler ise adamın gücüne göre. Öyle ya; hanım adama hizmet edecekti.(!) Ya adam ölür kalırsa falandı..(?) Adam ölmese bile, hanımın kendisine yapacak olduğu hizmetler yetmez miydi…(?) Bu durumda hanım, adama zaten mirasçı da olamayacaktı..(!) Durum bu olduğuna göre, hanımın hayatı garantiye alınmalıydı..!
-İşte minval üzere gerekenler yapılıyor, karı - koca olunuyor, hizmetler başlıyordu (!) Ama ne hikmetse bu hizmetlerin arkası pek gelmiyordu.!
-Nihayet ay bile demeden, günlerden bir gün, bir de bakmışsın ki:
Hanım vın..! Eşyaları da toparlayıp gitmiş…! Ara ki bulasın…! “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa…” Hanım, oturdukları evin tapusunu kendi üzerine geçirtmeyi başarabilmiş idiyse iş o zaman daha kolay: Bir bahane uydurup; “Haydi bakalım…!” Adam, doğru kapı dışarı.! Evlenip boşanmalara; Pardon: Adamlara hizmet etmeye ve çalışmalara devam.(!) Al sana imam nikahı(!?)
Konu olaydan zarar görenler, suistimal eden ve edilenler, bu işin sorumluları ve sorumluluğu, sadece kadın ya da erkek boyutunda değildi. Yani bu işten sadece erkekler zarar görüyor da, hep kadınlar kârlı çıkıyor değildi. Bu konuyu kendi çıkarına kullanan kullananaydı!
Yukarıda değindiğim gibi, toplumumuzu çürüten örtülerden biri; “resmi nikahtan” ayrık olarak, “imam nikahı ya da dini nikah” diye bir nikahın var olduğunun sanılmasıydı. Bu sanı bir garabetti… Ve bir suiistimaller yumağı oluşturuyordu… Bu suiistimallerden ise, çoğu zaman kadınlar zarar görüyordu. Lakin ben yine de, bu türden konularda sorumluluğu ve kusuru, kadın ya da erkek boyutunda değil, toplumumuzun bütününde görüyorum.
Büroma yansıyan olaylardan birisi, yine yukarıdaki anlatımlarıma örnek teşkil edecek mahiyetteydi: İlçemiz Rüzgar Köyü’nden, köylülerin kendisine, (Tüm hacca gidenleri tenzih ederim.) “Sakallı Hacı” dedikleri bir adam bana bir şeyler sormaya, danışmaya gelmişti.
Çoğunun yaptığı gibi bölük pörçük soruyordu. İşbu bölük pörçük sorularla bilgilenmek, kendi yorumunu edineceği bilgilerle bizzat kendisi yapmak suretiyle yürüyeceği yolu bulmaya çalışıyordu. Yine çoğunun yaptığı gibi belki yapacağı işin bilinmesini pek istemiyordu.
Gerçi avukatların, mesleklerini yürütürken mesleki olarak yaptığı hukuki yardımlarla ilgili edinmiş olduğu bilgiler hakkında “sır saklama görevi” ya da “sır açıklama yasağı” vardır. Yasal durum budur.
Şahsen kendimi bu “sır saklama” ilke ve disiplinine oldukça uyumlu görmekteyim. Tanıdığım her meslektaşımın da bu disipline en az benim kadar hatta benden bile duyarlı olduğuna hep tanık olmaktayım.
Yeri gelmişken hemen belirteyim ki, bir avukat, işiyle ilgili olarak öğrenmiş olduğu sırları müvekkilinden yazılı izin almadan açıklayamaz. Mahkemelerde bu hususta tanıklık yapamaz. Müvekkili kendisine izin vermiş olsa dahi, o sırrı açıklamama ve tanıklıktan çekilme hakkı vardır.
Bu hak kendilerine, müvekkil ve kamu yararına getirilmiş bir yasak ile verilmiş bir yetkidir. Yani avukatlık bürolarına gidenler, dertlerini çekinmeden anlatabilsin diyedir. Ayrıca Avukatlık Yasası’nın ilk maddesinin ilk cümlesi, avukatlık mesleğini bir kamu görevi olarak tanımlamaktadır. Orası resmi bir yerdir. Bu husus da avukatın kendisi için tanınmış bir yetki değildir. Oradan hukuksal hizmet alacak olanlar içindir.
Bölük pörçük sorular ve Sakallı Hacı’nın izlediği yöntem ile insanın sağlıklı bir hukuki neticeye varması oldukça güçtür. Üstelik bu yöntem avukat açısından da oldukça zorlayıcı ve yorucu bir yöntemdir. Çoğu zaman bilgi edinecek kişiye oldukça detaylı ve geniş hukuki bilgi ve kavramaları izah etmeyi gerekli kılar. Çoğunlukla da bu anlatılanlar neticesiz yani dinleyicisi tarafından anlaşılmamış olarak kalır.
Bu ve vs. nedenlerle bu yol pek kullanılmaz. Gerçi hiçbir avukat falancanın sırrını öğrenmeye meraklı falan değildir. Buna pek vakti de yoktur. Kaldı ki her gün çok ilginç olaylarla zaten karşılaşıp durmaktadır. Bu merak zaten: “Özel hayatın gizliliği” ilkesiyle de çelişir. Dedikodu, yani gıybet konumunda bir olgudur. Bu ise avukatların değil, aylak ve kendisini geliştirmemiş insanların işidir. Konuyu toparlayalım:
Aslında Sakallı Hacı’nın tüm bu anlatımlarıma rağmen yine de, hakkındaki bazı hususların kimse tarafından bilinmesini istememesi normaldi. Buna hakkı vardı. Bu yüzden izlediği yönteme önce fazla ses çıkarmadım. Fakat soruları dahi soru olmak bakımından yanlıştı. Bu nedenle somut olaya gelmesini rica ettim. Olay şuydu:
Allah rahmet eylesin; hanımı öleli iki yıla yaklaşmıştı. Eh, hali vakti orta sınıftan biraz iyiceydi. Fazla yaşlı da sayılmazdı. Haklı olarak yeniden evlenmek istiyordu. Bir aday bulmuş, araya eş dost, birileri de girmiş ve işin şeklini pişirmişlerdi. Yine de kafasına yatmayan yanlar vardı:
1- Bulduğu hanım ölen kocasından maaş alıyordu. Bu maaşın kesilmesini istemiyordu. Özellikle çocuklarının geleceği için önemli olduğunu düşünüyordu. (Fakat bence, bu paranın haramlığını pek düşündüğü yoktu.)
2- Yeni Türk Medeni Kanunu’ndan sonra; artık, yeni evlenilen eşlerin birbirlerine varis olamayacağı söyleniyordu; bu doğru muydu?
3- Bu gerekçeler karşısında kadın, hem almakta olduğu maaştan olmak, hem de yapacağı bu evlilikte saçını süpürge edip, sonunda da eli boş çıkmak istemiyordu.
4- Bu nedenlerle kadın, Sakallı Hacı’dan, yaklaşık: 200.000YTL. (yanlış yazılmadı, iki yüz bin YTL.) değerindeki arsasının kendi üzerine devrini istiyordu. Bu devir işleminin ileride bozulmaması için de sağlam bir hukuki yol arıyordu. Sakallı Hacı bu arsayı O’na vermek eğilimindeydi. Çünkü bu meblağ O’nun için çok büyük sayılmazdı. Geride daha: 3.000.000 - 4.000.000YTL. (3-4 milyon YTL.) değerinde mal varlığı vardı. Belki de o hanım’ı çok beğenmişti…? Belki de bunca zaman hanım aramaktan yılmıştı…? Bilemem; hepsi normaldir.
5- Yukarıda sıralamaya çalıştığım gerekçelerle evlenmek istediği hanım, “Resmi Nikah’tan” kaçınıyor, illa da “İmam Nikahı” ile birlikte konu arsayı istiyordu. Bu durum karşısında kendisi ya da evleneceği hanım açısından ileride ne gibi bir tonga olabilirdi…? Sorun işte tam olarak buydu.
Bakmayın siz, “imam nikahı” yapmak konusuna Sakallı Hacı’yı da yatkın gördüm. Belki O’nun da başka düşünceleri ve kendince bildikleri vardı. Orası şahsi bir konudur; bizleri ilgilendirmez. Bizleri ancak ve ancak, toplumsal anlamda yara teşkil eden hususlar ilgilendirir. Biz zaten bu olayın sadece bu yönüyle ilgiliyiz. Bu olayı da kendimize sırf bu nedenle örnek ediniyoruz. Kendisine “Sakın ha!” dedim.İşin her yönden sakıncalarına biraz olsun değinecek oldum. Bana derhal müdahale ile; “Sen oraya (hacca demek istiyor) gitmedin mi ? Kuran’ın bir harfini inkar eden kafir olur!” dedi.
Ben de: “Evet ama, Kuran’a bir harf ekleyen de kafir olur. Bu yapacağınız iş hem Kuran’a bir harf eklemek, hem de Kuran’ın değil bir harfini, muhtelif bir çok ayetini inkar anlamına gelebileceğini” kısaca söyledim. Kendisinin konuyu ancak yüzeysel bilebiliyor olduğunun bilinciyle:
“Somut manada kimsenin değer yargılarını kınayamayacağımı, buna hakkımın da olmadığını” belirterek konunun bu bölümünü kapattım.
Yine de kendisine bir kısım dinsel ve hukuksal telkinlerde bulundum; yollar gösterdim. Özellikle o maaşın alınmaya devam edilmesi konusunda haramlık bulunduğunu, parayı kendisi yemese bile, yenmesine çanaklık yapmış olacağını, böylece suça tam iştirak etmek suretiyle ortak olacağını, mali durumunun iyi olduğunu, böyle bir paraya muhtaç olmadığını, kesinlikle “Resmi Nikah” yapmadan (güya) “Dini Nikah” yapma yoluna gitmemesini söyleyip, tembihledim. Teşekkür edip , ha, biraz da para verip gitti. Allah bin bin bereket versin!
* * * * * * * * * * * *
Bu anlattığım olgular da göstermekteydi ki:
Ortada büyük suiistimaller vardı. Halkımızın içten içe çürümesi, artan bir ivmeyle devam ediyordu. Bu durum fevkalade yürek yakıcıydı. Bizzat halkımızın yoğun bir bölümü, bir çok konuda olduğu gibi, bu konuda da hem yasalarımızı, hem dinimizi, hem de Allah’ı kendi çıkarına alet ediyordu.
Bunları yapmaya ve yaptırmaya kimin hakkı vardı? Hani ahlak? Hani doğruluk ve dürüstlük? Bu mu din? Bu mu gelenek.? Nerede devlet? Nerede millet.? Nerede hak, hukuk ve yargı.? Nerede hükümet? Nerede Diyanet? Nerede bilim ve akil adamlarımız? Hani nerede? Nerede idi!
Biz bunların nerede olduklarını çok iyi biliyoruz! Mutlaka sizler de çok iyi biliyorsunuz…! Biz bunların nerede olduklarını şimdilik bir kenara bırakalım. Sadece bir çoğunun “Kördöğüşünde” olduğunu söylemekle yetinelim. Yine de herkesi; Kördöğüşünü bırakmaya ve göreve davet edelim.
Ayrıca kendilerini yerlerinde bulmadığımız her zaman, görev başına çağırdığımızı, buradan hatırlatalım..! Ve konuya dönmeye çalışalım:
Benim bu yazıyı yazmaya başlamamdaki amaç aslında; yukarıdan beri anlata geldiğim “imam nikahı yani dini nikah” ile “resmi nikah” ikilemi konusunda sorunun ne olup ne olmadığını ortaya koymak, konu hakkında ve bilimsel anlamda bir kısım değerlendirmeler yapmak, görüşler öne sürmek suretiyle; yukarıda andığım ilgili ve yetkili muhatapların dikkatlerine sunmak, aynı bağlamda, yani sorunun çözümü bağlamında sorular yöneltmekten ibaretti. Ancak yapmaya çalıştığım şeyin izahı pek öyle kolay olmadı. Demek istediklerimi, istediğim derinlikte ortaya koyabilmem için, üzerinde anlaşamadığımız hatta yanlış anlamlandırdığımız bir çok kavramı beraberinde açıklamak gerekti. Böyle yapınca da yazının hacmi genişledi.
Hal böyle olunca bana, konuyu ilk düşündüğüm platformda değerlendirmenin pek mümkün olamayacağı göründü. Önce; “Bir derginin konusu, sonra bir gazete tefrikası yada eki şeklinde olabilir” diye düşündüm. Lakin kafama bu düşünce de yatmadı.
Nihayet işlemeye başladığım konudaki yazılarımı, kitaplaştırma yolunu tercih ettim. Bu durumda konuları biraz daha anlaşılır kılmak, okuyanı mümkün mertebe sıkmadan, ara - ara dinlendirerek okutmak yolunu seçtim. Ayrıca dil ve kavramları daha sade, daha anlaşılır kelimelerden kullanma gayretine giriştim. Bu gayretime rağmen, konuların derinliği ve ağırlığı karşısında, dili sadeleştirme işinde kendimi fazla başarılı göremeyince, kavram ve kelimelerin daha anlaşılır hale gelebilmesi için, (/) işaretini kullanarak, açıklamalar yapmaya çalıştım. Bunu yaparken de iki gayret güttüm:
Birincisi: Dilimize yerleşmiş olan kelimelerin atılmasını, özellikle de hızla atılıp terk edilmesini çok doğru bulmuyorum. Bu durum dilde kısırlaşma ve fakirleşmeye neden oluyor. Bu bakımdan da eski yeni kelime ayrımı yapmadım. Aklıma gelen her kelimeyi kullandım. Öyle eskiymiş, yeniymiş diye bir kaygıya kapılmadım. Ama doğru kullanmaya çaba gösterdim.
Bakınız, dilde fakirleşme ve kısırlaşmanın nasıl oluştuğuna kısa bir misal vermeye çalışayım. Üretmek sözcüğünü ele alalım:
Biz artık her şeyi üretir olduk. Yani her yerde aynı “üretmek” kelimesini kullanır olduk. Halbuki; üremek, üretmek biyolojik kökenli bir çoğalış, var oluş ve ortaya çıkıştır. Bu sözcüğün her alanda ve anlamda kullanılması yanlıştır. İşin doğrusu;
- Ayakkabı üretilmez! İmal edilir.
- Konut üretilmez! İnşa edilir veya yapılır.
- Kitap üretilmez; yazılır yahut matbaada basılır.
Ve vs. örnekler çoğaltılabilir ancak, verilenler konunun anlaşılması ve önemi bakımından yeterlidir. Hatta üremek/üretmek; biyolojik kökenli olmakla birlikte, her biyolojik olay ve anlam için “üretmek” tabiri kullanılmaz. Mesela:
- Çocuk üretilmez! Ya doğrulur, ya da doğurtulur.
- Tavuk yumurtayı üretmez! Yumurtlar.
- İnek buzağıyı üretmez! Buzağılar. Ya da ineğe buzağı ürettirilmez! Buzağı yaptırılır / doğurtulur. Daha doğrusu kendisi buzağılar / doğurur.
Yine benzeri örnekleri çoğaltmak mümkünse de, maksat anlaşılmıştır. Fazla söze gerek yoktur. Bu durum karşısında yine de dilde sadeleşme kaygısı güdenlere şunu hatırlatmak isterim ki, her dilde yabancı sözcük az ya da çok vardır. Özellikle halkın kullanımına girmiş sözcükler ana kökenleri ne olursa olsun artık o dile ait olmuş oldukları kabul edilmelidir. Bir kısım kaygıları neden gösterilerek dil ile oynamak iyi değildir. O, olağan sürecine terk edilmelidir. Aksi halde kuşakların yani nesillerin birbirini anlamasında sorun oluşur. Belki de bazı karanlık güçler, bizde işbu tür sorunlar oluşsun diye kafalarımızı karıştırmakta, fikirlerimizi bulandırmaktadırlar. Bu konuya da önemle dikkat edilmeli ve üzerinde durulmalıdır.
Bu konu kitabımızın ana konusu bakımından da önemlidir. Dilimizde kelime ve kavramları doğru kullanmamak ile yanlış anlamlandırmak, gerçekleri görüp anlamamızı engelliyor. Bu engel ise doğruyu örtüyor. Bu örtü altında da, toplumsal çürüme oluşuyor. Halbuki önemli olan şey; o dilde ne kadar yabancı kökenli kelimenin bulunup bulunmadığı değildir. O dilin ana kurallarıyla ne kadar oynanılıp oynanılmadığıdır. Bunu böyle bilelim.!
İkincisi ise: Naçizane; yukarıda öne sürdüğüm görüşler çerçevesinde affınıza sığınarak, mümkün olduğunca özellikle yeni kuşakların, kelime haznelerini geliştirmeye dönük bir nebzecik katkı yapma arzum beni böyle davranmaya itti.
* * * * * * * * * * * *
Ayrıca ele aldığım konuları örnekleme gereği duydum.Böyle olunca da kitap; benim bildiğim hiçbir yazın türüne benzemedi. Çünkü ne bir şiir, ne bir fıkra, yahut deneme, hikaye, roman, makale vs. türlerin hiçbirine benzemedi. Bunun dışında, içeriği de pek bir türe benzemedi. Çünkü bu tam bir düşünce kitabı değil, bir anı kitabı değil, bir din kitabı olmadığı gibi, bir hukuk kitabı da değildi. Her hangi bir ideoloji kitabı hiç değil; bir ders, dilbilgisi ya da herhangi bir bilim kitabı da değil...
Anlatımlarda olay sıralamasına ise hiç girilmedi. Adeta çala kalem yazıldı. Bu kitapla sadece ülkemizdeki kavram kargaşalarının neden olduğu çürümeye dikkat çekilmek istendi. Sadece olaylara farklı bakış açılarından bakmaya ve oralardan görülenleri izaha, yalın ve özgün bir düşünce kitabı ortaya koymaya çalıştım. Durum bu olunca, verilen örneklemeler “dereden tepeden” gibi görünse de, bu bakış açısı itibariyle değinilen konuları açıklayıcı ve pekiştirici örnekleri seçtim. Bu durumda da sanki “daldan dala” seker gibi bir durum ortaya çıktı. Bunu kabul ediyorum; lakin dikkat edilirse bu dallar aynı ağacın dalları gibidirler.
Bir de belirli bir düşünceyi,daha doğrusu kendi düşüncemi dikte etme gayretine girmedim. Kişilerin bizzat şahsını eleştirmedim. Kimsenin inancını ya da değer yargısını kınama yoluna gitmedim. Böyle bir düşünceyi asla taşımadım. Kitap içeriğinde gözünüze, bu anlama gelebilecek gibi şeyler ilişirse, sürçü lisan ettiğimi, bilmeden kastımı aştığımı düşünün.!
Bu kitapta ele alınan konu ve kavramlara, tamamen alışılmışın dışında ama doğru bir bakış açısından bakmaya uğraştım. Bunu yaparken sadece belirli bir açılım yapmaya çabaladım.
Ele aldığım konuların, çarpıcı ve radikal olmasına özen gösterdim ki:
Bu vb. konular, muhalif – muvafık (uygun gören – karşı çıkan) herkesi bu türden konuları tartışmaya yöneltsin, tartışılsın istedim. Eğer bu kitap, konu ettiğim tartışma ortamını oluşturmada başarı kazanırsa, yapılacak olan tartışmalardan, ulusumuzun ve nihayet tüm insanlığın belirli faydalar elde edeceğini umuyorum. Bu kitapta öne sürülen birçok husus enteresan ve orijinaldir. Tamamen kendi görüşlerimdir. Bu görüşleri anlatırken hep farklı bir açıdan bakmaya çalıştım.
Bu kitaptaki konu ve kavramlara, bu bakış açısından ülkemizi bir kenara bırakınız, dünyada bile hemen hemen hiç bakılmadığını, bu yönden tartışmaya konu edilmediğini düşünüyorum. Ben bu kitapla öncelikle toplumumuzda, özeldeyse okuyucuların düşüncesinde bir tartışma ortamı oluşturmak istedim ki; gerçekleri daha iyi görme imkanına kavuşabilelim...
Buraya önemle not düşmek ve ısrarla belirtmek isterim ki;
Bu bir bilim, din veya ayetleri yorumlama kitabı değildir. Tamamen kendine özgü bir kitap olup, kendi görüşlerimizi yansıtmaktadır. Ele alınan bazı ayetler de aynı örnekleme şeklinde ele aldığımız olay, anı, hikaye ve fıkralar gibi anlatım veya açıklanma maksadıyla değil, görüşlerimize kanıt olsun diye irdelendi..!
* * * * * * * * * * * *
Hasılı kitap dediğim bu şey, oldu tam bir ne idiği belirsiz karışık çorba! Belki de türlü…! Ama bilinmedik, yeni icat bir şey! Tadı nasıldır bitince ve tadınca hep birlikte göreceğiz elbet! Yazarken, hiçbir kaygı ve çekince hissetmeden yazmaya çalıştım. Sadece ve sadece; olumsuzdan ziyade, olumluyu göstermeye gayret ettim. Kötü örnekleri değil, iyi örnekleri almaya uğraştım. İnsanlığın hayat yolcuğundaki başarısızlık ve kötülükleri değil, başarının nasıl yakalanması gerektiği ile iyilik ve güzellikleri dillendirme gayretinde oldum. Mümkün olduğunca çözüm önerileri de sunmaya çalıştım.
Örnekleri ise, mümkün mertebe kendimden ve kendilerine güvendiğim yakın çevremden olurlarını alarak vermeye çalıştım. Ayrıca, örneklenen olayların, kesinlikle gerçek olaylar arasından seçilmesine özen gösterdim.
Çünkü: İşi hakka gitme ve dedikodu boyutuna taşımak istemedim. Bu yüzden olumsuz nitelikte ele aldığım örneklerde ise özellikle isim verilmedi… Bu olumsuz örneklerde dahi bir olumluya gidiş arandı. Bunu böyle yaptım ki; anlatılan olaylara itiraz edecek kişiler karşısında, hep haklı konumumu muhafaza etmiş olabileyim…
Bu kaygı beni, örnekleri kendi anılarımla, yakın çevremden alma yoluna itti. Yoksa kendimi anlatmak gibi bir gayretim hiç olmadı.!
Ancak şunu ısrarla belirtmeliyim ki, bu kitapta ayaklarını yere en sağlam biçimde bastırarak açıklamış olduğum özellikle “kader ve laiklik” ile “nikahın tekliği, evrenselliği” ve vs. kavramlarını bundan böyle; dinli - dinsiz, solcu - sağcı, ilerici - gerici, laik - anti laik hiçbir cenahın, artık çürütemeyeceklerini, sadece kendi akıllarınca, “Çürüttüm.” sanacaklarını ısrarla savunuyorum…
İnşallah, değindiğim bu ve benzeri türden konulardaki kavram kargaşalarını çürütmüş oldum. Sanırım böylece, toplumumuzda bu nedenle oluşan çürümeye bir nebzecik olsun merhem sürdüm….! İnşallah toplumumuzdaki çürüme olgusu durur. “Çürüme…!” emri hayata geçer de, çürütenler çürür!
Ama nihayet kim ne derse desin, nasıl olursa olsun, bu bir kitap oluyordu. Kitap oluyordu olmasına ama bazı lüzumsuz tekrarlarım olsa da birçok konuyu kendimce derinlemesine irdelemekten kaçınmama rağmen, yine de kitabın hacmi oldukça kabarık oluyordu. Bu durum ise bende, kitabın okunabilirliğini azaltacağı kaygısı uyandırıyordu. Çünkü az okuyan bir toplumduk. Kitap mesajlarını kısa yoldan verebilmeliydi. Lakin bu da olamıyordu. Konu önemliydi ve çok farklı boyutları da vardı. Bütün bunlar kısacık da olsa açıklanmalıydı.
Ele aldığım konuları önce azalttım; bir kitaplık çalışma haline getirdim. Geride kalanları ise başka kitap çalışmalarına malzeme olarak ayırdım. Bundan sonra ilk kitabı tamamlama gayretine giriştim. Böylece hem dağınıklığı önleyecek, hem de kitabın hacmini daraltacaktım. “Çürüme” adını verdiğim bu çalışmayı tamamlayınca O’nun da hacimli bir kitap olduğunu gördüm. Üstelik bazı konular bu kitap içinde olmalıydı. Ancak dışta kalmıştı. Bunların yokluğu kitabın hedefi açısından ciddi bir eksiklikti. Bunları da dahil etmek ise, kitabı iyiden iyiye hacimlendirecekti. Bahsini ettiğim hacim genişliği nedeniyle okunabilirliğin azalması kaygısı beni, bu kitabı beşe bölme ve eksik bulduğum konuları da işin içine dahil ederek tamamlama yoluna itti. Böylece konuları yeniden düzenleyip, bu çalışmayı beşli bir kitap çalışması şeklinde tamamladım.
Durum böyle olunca. birbirinin devamı niteliği taşısa da esasen birbirinden bağımsız birer kitap olacak biçimde tamamladım. Netice olarak, “Nikâh Yozgunları, Çürüme, Gurbetteki Vekil, Sabır Bozgunu” ve “Kördöğüşü” adlı çalışmalar çıktı ortaya.. Bu defaya mahsus ise, bu kitapların tamamını tek kapak altında istifadenize sunma ihtiyacında olduk. Umarım böylece uydurup çarpıtmalar ve bunlardan oluşan çürüme ve çürütmeler anlaşılır. Sonuçta da ortaya çıkan yozlaşıp, dejenere olma halimiz durur.
Nihayet bu konularda kimse uydurup çarpıtamaz, uydurup çarpıttıklarıyla da halkımızı çürütemez olur. Artık bu tür uydurup çarpıtma ve bunlarla yapılan “çürüme” kurur, bir daha ortaya çıkamaz olur! Ve bakınız!
Benim çocukluğumda bizim köyde “Deli Hüseyin” derler bir adam vardı. Rahmetlinin dili biraz peltekti; derdi ki:
“Dasdayı vay mı ? Vay. - Avyat mı ? Ayyat !”
Yani: “Dastarı var mı ? Var. – Avrat mı ? Avrat !”
Hani, “fazlasını kurcalamayın..!” demek oluyor.
Eh…! Bizim yazdığımızın da “Yazısı var mı? Var. - Kitap mı? Kitap…!” Arzu ederseniz, buyurun okumaya o zaman.!
Dasday=Dastar: Bir tür kadın başörtüsü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder