15 Aralık 2010 Çarşamba

F- Atatürk'ün Kestirdiği Sakal

          F- Atatürk’ün Kestirdiği Sakal

Atatürk’ün andığım türden hizmetlerini inkar edenlere aşağıdaki metni de ithaf ediyorum ki durumu bir güzel anlasınlar! Aşağıdaki metin tarafıma e-mail yoluyla, Torbalı eşrafından ve herkesçe çok sevilip sayılan, Sn. Ahmet Sertcan’dan gelmiştir.
Ben de o kadar çok beğendim ve bu kitaptala hedeflediğim sosyal faydaya katkısının çok fazla olacağını düşündüğüm için buraya aynen alıyorum.
Elimde başkaca kaynak yoktur. Bahsini ettiğim yazıda;
      “Atatürk'ten Sakal Üzerine:
Atatürk Amasya ziyaretlerinin birinde Vali Konağı’nda yörenin ileri gelenleri ile sohbet ederken bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri! Yaşı ellinin üzerinde görülen bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar:
“Kimdir bu?”
Vali yanıt verir; “Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırı vardır.”
Atatürk Şıh'ı yanına çağırır ve; “Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan?” der. Eliyle de boyun altı hizasını gösterir.
Şıh; “Emrin olur Paşam” diyerek yerine çekilir. Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya'daki Şıh'ı hatırlar. Tutar ilgili Vali’yi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını, aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazırını çağırıp yazdığı yazıyı Amasya Valiliği'ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış gelmektedir!
Şıh gelir, Ata'nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları, Şıh’taki bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;
“Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi; Siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız?” derler. Ata gülümser. Sonra da; yanındakilere dönüp
“Dün akşam Amasya Valiliği'ne bir yazı gönderdim; bu yazıyla Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim.” der.
Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır;
”İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen, yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...”
Bugünün Türkiye'sini aslında o zaman anlatmış olan Ata'mızın kemiklerini sızlatmamak dileğiyle...
Şimdi üst makamlarda, milletvekili koltuklarında oturan, fakat aynı yukarıda anlatılan zihniyetle bu ülkeyi yöneten insanlara hitap edilmişçesine yaşanmış ve yazılmış bu yazıyı, değer yargılarımızı ve ilkelerimizi, en önemlisi de Atatürk'ün bize miras bıraktığı bu ülkeyi korumak adına tanıdığınız herkese iletmenizi ve bu yazıyı okuyup, geçmişi ve geleceğimizi, yakın geçmişi unutmadan, yeniden analiz etmenizi rica ediyorum” denilmektedir.
Yazıya eklenecek fazla bir şey yoktur.
Lakin yine de ben bir şeyi hatırlatmadan geçemeyeceğim; Atatürk için;
“Hacı, hoca düşmanıdır. Hatta Din düşmanıdır…! Çok hacı, hoca kestirdi…!” diyenler yok mu?
Sanırım ki onlar, Atatürk’ün kestirmiş olduğu bu sakaldan bahsetseler gerektir!
                          ************************
Atatürk, nikah ve boşanma konusunu da, Osmanlı’dan daha ciddi bir zapt-ı rapt altına almıştır. Atatürk aslında; özellikle Kuran’ın, boşanma ve nikahın şerhi  (yazılması) konusundaki hükümlerinin uygulamasını, en ciddi biçimde başlatan liderdir…! Böylece de, toplumdaki eksik ve yanlış uygulamaları, Kuran’ın ruhuna uygun hale getirmiştir.  Bu uygunluğun nasıllığını, nikah konusuyla ilgili olarak biraz önce Bakara Suresi 282. ayet çerçevesinde yaptığımız irdelemeler ile, darp ve boşanma konusunda yapacağımız irdelemeler neticesinde net  olarak ortaya koyarak açıklayacağız..
*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Fakat biz yine bir şark kurnazlığıyla; faullü biçimde arkaya dolaşıp bir puan  almanın yolunu bulmuşuz evvel Allah.! Ve her konuda olduğu gibi, bu konuda da icat ettiğimiz bir nikah ikilemiyle, yapılanların önüne bir set çekmişiz.!  Hepimize maşallah…(!) Zaten biz her şeyin, bir idare yoluyla kolayını bulmakta pek mahirizdir… Bize eyvallah…!
Boşanma hususundaki maharet ve marifetlerimizin ufacık bir bölümünü ise, aşağıda ki  Darp ve Boşanma” bahsinde biraz olsun ele aldık. “Şimdilik öylece kalsın…!” demezden önce buraya şunları da not düşmek isterim:
Ey kendini Müslüman sayanlar yada saymayanlar..!
Hakimin boşaması dışında bir başka boşanma aramayın. Ağzınızdan öyle kendi kendinize: “Boşadım.” falan diye de yakışıksız sözler çıkarmayın.
Boşanma (talak) öyle, “üçten dokuza boşadım.” demekle falan tamamen bitmiş olmaz. Orada millet, toplum ve devlet adına, mahkemelerin söyleyeceği bir söz, vermesi gereken bir izin ya da bir karar vardır. Bunun dinsel açıdan da böyle olduğunu unutmayın..!
Yukarıda değindiğimiz gibi bu noktada da ülülemre, yani devletinizin yetkili organlarının kararlarına dinsel açıdan da uyma zorunluluğunuz vardır.
Öyle; “Boşandıktan sonra bir daha evlenilmez.” teranesini de bir kenara bırakın…! Bir kere şunu iyi bilin ki:
Boşanmanın yolu, dinsel açıdan da mahkemeden geçer.
Ve bir de şunu iyi bilin ki:
Bir boşanma; bir talaktır; yani bir boşanmadır.
Birbirlerinden boşanan tarafların istemeleri halinde; birbirleriyle ikinci evlik yapmaları kendilerine tanınan öncelikli bir haktır. Bu hakkı onlara veren ise Allah’tır. Bakınız, Bakara Suresi ayet: 232
 “Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde onların evlenmelerine engel olmayın….”
Sizler bu hakkı şu yorumla ya da, bu yorumla yahut da, geleneksel bir takım gerekçelerle, toplumsal ve siyasal baskılar oluşturarak tarafların ellerinden almaya kalkışmayın.Bunu maalesef yapıyoruz!
Ama üç kez evlenip boşandıktan sonra artık, dinsel açıdan da yasal açıdan da tarafların birbiriyle dördüncü kez evlenmelerine olanak yoktur.
*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Şunu iyi bilelim ki; Atatürk İnançsız bir kimse olmadığı gibi, dinini gayet iyi bilen ve anlayan ender Müslümanlardan birisidir. Üstelik dinimize yaptığı katkı ve hizmetlerin üzerine daha çıkılabilmiş değildir. O dini hayatımızın güzelleşmesi, daha sağlıklı hale gelmesinin gereklerini başlatmış temellerini atmıştır. Lakin her yönde olduğu gibi, bu yöndeki çalışmalarının da devamı pek getirilememiştir. İşin devamını bizzat kendisinin getirmesi anlamında ise; hepimizce malum olduğu üzere ömrü vefa etmemiştir.
Burada şunu söylemek isterim ki; kendisine saldırmak beyhude olduğu gibi, O’nu zorla dokunulmaz yerlere koymaya çabalamak da aynı şekilde boşunadır! O zaten milletin gönlünde, günahıyla sevabıyla yerini almıştır. Bizler de onu doğru yerlere koyalım. Erişilmezlerde tutmayalım. Gerektiğinde eleştirebilelim. Doğru yere koymaktan çekinmeyelim! Ve O’nu kendimize örnek edinebilelim. Hatasız kul olmaz. O’nun da bir kısım hatalar yapmış olabileceğini bilelim. Kabullenelim. Ama bunu bilmek ve konuşmak; asla O’na hakaret ve düşmanlık olarak algılanmamalı. Atatürk asıl bu şekilde; hatasıyla ve sevabıyla sayılır ve sevilir. Aksi davranış O’nu gündem dışına çıkarır, erişilmezlere havale eder! Bu cümleden olarak son sözüm: Atatürk de bir insandır. Ama yüce bir insan, lider ve başkomutandır.
Atatürk’ü “Hata yapmaz.” kabul etmek ve onu dokunulmazlara, erişilmezlere çekmek hatadır. Ondan yeterince faydalanmamızı engeller.
Nitekim mukayese yapmak istemem ama, “Teşbihte hata olmaz.” derler: Peygamber Efendimizin de kul ve resul olduğunu unutup onu erişilmezlere taşıyanlar da aynı hatayı yapıyorlar. Ondan boşalan yere de, bilerek veya bilmeyerek bir kısım insanlarla dolduruyorlar. İşte durum Atatürk hakkında da böyledir. Ayrıca eskiden beri bizim Türk Milleti’nin, aynı Araplardakine benzer bir hatası vardır. O da; iyi bir şeyi çok yüceltmek, ufacık bir olumsuzluğu da çok kınamak ve alçaltmak şeklinde tezahür eden bir hastalıktır. Bizde nedense gri alanlar hep az olmuştur. Hatta pek olmamıştır. Ya aktır, ya kara. Ya herrodur, ya merro. Bu hata ve hastalık mutlaka terk edilmelidir! Bakınız sizlere: Hafız Yaşar Okuyan’dan bir alıntı ileteyim: “Atatürk, Ramazan Ayında hemen her gece, Kuran-ı Kerim’”den sureler okutur, Hacı Bayram Veli ve Zincirlikuyu Camilerinde şehitlerimizin ruhu için hatim indirmemi emrederdi. Hz. Peygamber’den bahsederken daima: “Hazreti Peygamber’in Zaman-ı Saadetleri’nde” diye, daima saygı dolu ifadeler kullanırlardı.
Peygamber Efendimizin yetenekli bir devlet başkanı ve iyi bir başkomutan olduğunu her zaman ifade ederlerdi.  “En uzun tatillerin dini bayramlarda yapılmasının şart olduğunu” söyleyip, “herkes dini vecibelerini yani dinin gereklerini ve görevlerini yerine getirecek, sonra da dinlenecek” ifadesini kullanırlardı. 1932 yılı Ramazan Ayının Kadir gecesinde 26 hafız tarafından okunan Mevlit’i radyodan yayınlatmış, böylece; dünya ve İslam tarihinde radyodan ilk Mevlit okunmasını gerçekleştirmiştir.
Ayrıca Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesi, tefsirlerin yazdırılması, İmam-ı Müslim, Buhari gibi alimlere ait, hadis kitaplarının, temel birer kaynak olarak Türkçeleştirilmesi çalışmaları, yabana atılır cinsten değildir.
O dönemde yazılan, Elmalılı Hamdi Yazır’ın meal ve tefsirleri ile yukarıda bahsini ettiğim hadis kitapları, ülkemizde hala ana kaynak durumundadır. Bunlar unutulmamalıdır. Şimdi de hatırıma gelen Atatürk’ten bir anı ile birkaç sözüne değineyim.Öncelikle hatırıma gelen şu anıyı anlatayım:
Yemek yerlerken bir gün Atatürk misafirlerine sorar:
 Dünyada en büyük insan kimdir?” Cevaplar muhteliftir:
Kimisi : “Napolyon” der; kimisi: “Atilla….”  Ve vs. …
Birisi de kalkar: “Sizsiniz Paşam!” der…!
Atatürk bu son cevaba çok kızar: “Be hey Ahmak! Sen görmüyor musun ki? Bin üç yüz küsur senedir dünyanın her yerinde günde en az beş defa adı okunan kişi  Hz. Peygamberdir…! Ve en büyük insan O’dur.” der. Şimdi de aklıma gelen bu konuya dair iki sözünü yazayım:
Bizim dinimiz en mükemmel dindir ki, en son din olmuştur.
Dinimizde akla, mantığa ve fenn’e  aykırı hiçbir şey bulamazsınız.
Sanıyorum ki yukarıda anlatılanlar, kendisini bu cepheden izaha yeterlidir. O, halkımız için, hurafeden ve gelenekten arınmış, tertemiz bir dini yaşam istiyordu. Bu husus çok açıktır. Ancak bu durum, ülkemizde hala başarılamamıştır. Eğer bu başarılabilmiş olsaydı şimdi şu; “imam nikahı” denilen garabetle uğraşıp durmuyor olurduk! Nitekim, bu iş başarılabilmiş olsaydı bu gün dinimiz hakkında hepimiz daha bilinçli ve daha dindar olurduk. Daha aydın kafalı insanlar olur, bu konuyu çoktan çözmüş bir ulus olarak, “laiklik” diye debelenip durmazdık. Çağdaş medeniyetin en üstüne çoktan çıkardık. Evrensel medeniyete nice katkılar sunmuş olurduk. Ancak bu noktada şunu unutmayalım ki: Medeni olmakla zengin ve müreffeh olmak bire bir ilintili değildir. Bu cümlelerden olarak yine tekrarlıyorum ki, Allah-ü Teala kendisini, cennetine çoktan koymuştur inşaallah!
                       *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Yahu siz hala neden direniyorsunuz? Size zaten Allah tek eşliliği öneriyor. Üstelik Psikoloji ilminin verileri çok eşliliği insan doğasına aykırı buluyor. Bu bilimsel veriler de Allah’ın yasaları değil midirler?
Yani bilimsel verilerle Kuran ayetleri aynı şey değil midir? Bilimsel verilerin, dinsel açıdan uygulanma gücü ve gerekliliği yok mudur...? Yoksa, Kuran’ı Kerim, her ikisine de “ayet” demiyor mu? Siz zaten tek evliyseniz derdinize ne oluyor da bu yazdırma şartını yerine getirmiyorsunuz?
Sonra da, bir alay haram ve haksızlığa bulanıyorsunuz…? Geçim ve iaşenin hiç mi başka yolu yok? İlla da eski   kocanızdan ya da babanızdan hem evli olup, hem de maaş almak zorunda mısınız? Hem birbiriniz üzerinizdeki haklar nasıl korunacak?
Miras Hukukunu hallaç pamuğuna çevirmeye, toplum düzenini alt üst etmeye nereden hak kazanıyorsunuz? Size Allah bu hakkı veriyor mu ki, O’nun ve dininin arkasına saklanıyorsunuz? İşin bir de şu yönü var ki; bir de güya batmışsın borcun var. Her şeyi güya hanımın üstüne geçirmişsin. Tutmuş bir de boşanmışsın.! Sıra hanımla yaşamaya gelince Allah yanında nikahlısın..(!) Neymiş efendim? “İman Nikahın varmış…!
Ama alacaklı kapına gelince, oh ne ala memleket; boşanıksın…(!)
Haydi hayırlı olsun hepsi sana! İşin çaresini bulmuşsun… Öyle ya Allah var; O sana koruyucu…(!) Peki nerde kaldı insanlık onuru! Bakalım nasıl olur bu işin sonucu! Ve bu konuya ne diyecek, O yüce Koruyucu…! 
Bunların hepsi çok ağır vebaldir! Allah bu günahı affedecek mi sanıyorsunuz.? Umalım ki affede! Sizlere ve bir hanımla evliyken güya imam nikahı namıyla bir kısım faullü iş ve işlemler yapıp, “Allah yanında biz nikahlıyız.” zannıyla birlikte yaşama yolunu seçen, ailevi, toplumsal ve dinsel düzeni alt üst edenlere, işin iyisini ve doğrusunu elbet Allah biliyor ve takdir sizlere ait olmakla birlikte ve tekrarda fayda mülahaza ediyor olmam nedeniyle söyleyecek son sözüm şudur:
Hiç olmazsa ortada nikah falan olmadığını bilin de Allah’ı ve O’nun temiz dinini, “Nikahımız var.”  diye boş yere kendinize kalkan ve alet edinmeyin! Böylece dinin inançsal boyutu bakımından kendinizi kurtarın; temize çıkarın…! Yaptığınız şeyin nikahsız karı koca hayatı yaşamak olduğunu bilin de bari sık sık Allah'tan af ve özür dileyin. Toplum içinde de gerinmeyin! Ayrıca bu birden çok kadınla yaşamanın ya da adı her neyse, çoklu evliliğin iyi bir şey olmadığını insanda ve ailede huzur namına bir şey bırakmadığını bir güzel çevrenizdeki insanlara açıklayın ki kötü örneklik anlamındaki kul hakkından dahi kurtulun! Toplumsal çürümeye verdiğiniz katkıyı mümkün mertebe durdurun; kesin! Sanırım ve mutlaka Allah hepimizi affedecektir. Görüşümüzün isabetini kabul ederseniz farklı çözümleri elbet sizler daha iyi bilirsiniz!
 Lütfen hadsizliğimi hoş görünüz. Benimki iyi niyetli bir uyarıdır; görüştür! Kendi şahsi kanaatimdir. Ancak üzerinde içtenlikle düşünülürse, hiç de yabana atılacak bir görüş olmadığını, belki de gerçeğin ta kendisi olduğunu sizler de göreceksiniz. Tüm içtenliğimle söylüyorum ki:
Umarım ben yanılmış olayım.! Yanılmıyorsam Allah hatalarınızı affede…! Sonra da benimkileri…!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder