15 Aralık 2010 Çarşamba

9- BEN SADECE MÜSLÜMÜN'IM

 

BEN SADECE MÜSLÜMAN’IM:

Elhamdülillah ben Müslüman’ım; ama sadece Müslüman. Başkaca hiçbir şey değil.! Hem bir Müslüman’ı “gerici, yobaz” sananlar, hem de Müslümanlığı sadece kendine özgüleyenlerle kullananlar bilsinler ki; ben sadece Müslüman’ım ve; sırf Müslüman olduğum için medeniyetten, olumlu anlamda her türlü ilerlemekten, gerek siyasal, gerek vicdansal, düşünsel ve vs. özgürlüklerin her türünden, Toplumların yönetsel ihtiyaçları karşılanırken bunu yerine getirecek organizasyonların laik olması gerektiğinden, cumhuriyet ve demokrasiden, hak ve haklıdan, akıl mantık, bilim ve bilgiden vb. düşünüş ile hasletlerden yanayım. Bunların dışında mürşit, dinsel hayatım bakımından Kur’an (ana kaynaklar İçinde Kur’an-sal kanıtların=ayetlerinde bulunuyor olduğu bilimsel bilginin) dışında tarikat (yollar) tanımam.! Özellikle “rabıta” denilen ve bir mürşide, yani Allah’a gitmede yol gösterici şeyhe kayıtsız şartsız bağlı olmayı isteyen önermelere dinim adına kesinlikle karşıyım. Ki bunların şirk olduğuna, yani Allah’la kul arasına aracılar koymaktan, ilahlık hususunda Allah’a ortaklar edinmekten, O’na ortaklığa soyunmaktan başka bir şey olmadığına yürekten inananlardanım.
Maazallah bu yol insanı İslam dışına iter.. İter de gönlü saf kardeşlerimizin haberi dahi olmaz. Çünkü bu yol, Kuran’ın en sevmediği yoldur.! Bunu iyi bilelim. Bu nedenle her zaman ben; “Ye üçü (yemek), kıl beşi (namaz)..!” (Allah’a gideceğim diye andığım anlamıyla başka yerleri kurcalama, başka yerlere bulaşma! Çünkü buralar tehlikelidir!) derim.
Yukarıdaki  anlatımda izaha çalışılan ve insanımıza önerilen böylesi bir yapı elbet toplumları dejenere eder. Şöyle ki; bu tutum aracıları sırf Allah’la kul arasına sokmakla kalmaz. Kul ile kulun arasına da aracılar, çıkarcılar sokar, adam kayırmacılığı, rüşvetçiği vs bin bir olumsuzluğu ortaya çıkarır. Dolayısıyla böylesi bir yapı toplumların çürümeleri ve intiharları için birebirdir. Sözü buraya getirdiğimize göre hemen belirtelim ki; Ülke’mizde arzı endam eden her türlü kültür, siyasal ve ideolojik düşünüş sahibi insanla, aşağı yukarı ülkemizdeki tüm unsurların ağır bir hastalık olarak yaşamakta olduğu bu şirkçi, çıkarcı, şekilci vs. yapıyı daha iyi tahlil edebilmek, daha iyi anlayabilmek durumundayız.
Bırakın tarikatları, mezhepler, siyasi akımlar, ideolojik ve felsefik görüşler dahi kendi ortaya çıkış şartaları ile çıkış gerekçelerinin gerisinde ve kendi içlerindeki bir hastalık olmak üzere, Allah’ın Tertemiz “Kuran’i Din’e” karşı yeni bir din uydurma girişimlerini de beraberlerinde barındırıyor olduklarını asla hatırdan çıkarmayalım.
Dolayısıyla çekinmeden hemen söyleyelim ki, Sünni Ekoller dahi bu şirkçi yapının yoğun etkileri altındadırlar. Bu türlü etki ve hastalıklardan sıyrılmak boynumuzun borcu, “Kuran’i İslam”  ve “Anadolu Uygarlığı’nın” savunulması hususunun en zorunlu ve en tabii gereğidir.!
Bu anlam itibariyle ben, şirke ve çıkarcılığa bulaşmamış, “Kuran’i İslam” takipçisi gerçek bir Müslüman’ın fikri hür, vicdanı hür, her anlamda ve her alanda özgür olduğuna, olması gerektiğine, bu anlam itibariyle ayrılık ve ayrımcılığın hiç bir türüne prim vermeyeceğine, veremeyeceğine, buna ihtiyaç da duymayacağına, hatta belirli bir mezhebin takipçiliğine dahi ihtiyaç duymayacağına yürekten inananlardanım..!
Yine aynı şekilde; saydığım şeylerin zıddı ile, sihir, büyü, hurafe vs. saçmalıklarla, olağan dışılıkta din ve yol arayışına, din adına Arapçılık yapılmasına, Arapçı olmanın dindar olmak sanılmasına ve sandırılmasına da şiddetle karşıyım!
İnsanlık var oldu olalı İslam, akıl dışılığa, mistik şeylere, hurafeciliğe, gelenekçilik, gericilik ve kafatasçı ırkçılığa  hep karşı olagelmiştir. Ancak böyle oldukları halde kendisini İslam tanıtanların misyonlarını doğru biçimde kullandıkları kanısında değilim.!Dinimiz olağanda ve tabii olandadır; bunu asla unutmayalım.! C. Allah’ın buyurduğu gibi O bize, “şah damarımızdan daha yakındır.” O’nu kendimizde, kendi benliğimizde arayalım. Emin olun bulacağız..!
Daha dün, ismi lazım değil; malum çevrelerin meşhur televizyon kanallarının birinde yayınlanan güya bilimsel ve güncel bir söyleşide şiddetle hurafecilik savunuluyor, hurafeciliğin dinsel, daha doğrusu İslam’sal ve toplumsal anlamda güçlü ve önemli bir ihtiyaç olduğu vurgulanıyor, aksi düşünenler alaya alınmakla kalınmıyor, adeta hakaret derecesinde kınanıyordu..! Tam bu aşamada akıl sahiplerini nereye doğru gittiğimizi iyi düşünmeye ve iyi tahlil etmeye davet ediyorum!
Aynı malum televizyon kanalının incilerini doğru tahlil edersek; aslında hurafe diye anlattıkları şeylerin hurafe olmadığını, sadece bilimsel olarak henüz izahının tam yapılamayan, belki de hiçbir zaman yapılamayacak olan olaya da olgular olduklarını görürüz. Bahsettiğim televizyon programındakilerin anlatımlarına göre; örneğin şehit olmanın dinsel sonuçlarına, yahut kulun daraldığı zamanların çoğunda kendisine Allah’ın özel yardımının yetişerek o kulu, gurubu yahut da bir orduyu olağandışı biçimde kurtarması, bu türlü olgulara inanılmasını hurafeye inanmak diye tanımlıyorlardı. Halbuki bunlar kesinlikle hurafe değildir. Doğrusu onlar hurafenin ne olduğunu dahi bilmeyen militarist bilim cüceleriydiler.
 “Amerika’yı yeniden keşfedecek değiliz…!” Keşfedecek olsak bile, malum olduğu üzere keşfedecek, hiç değiliz…!
Bu cümleden olarak önemle belirtmek isterim ki; bazı olaylar olağandışı biçimde yaşanır ve biter.! Bunda şaşıracak bir husus yoktur. O olayın yazılımı, yasası, yani kaderi de aynı olağan olayların kaderi, yasası gibi evrenin genel yasa koyucusu olan C. Allah tarafından konulur; yani yazılımlanır, irade edilir. Ve konu olay gerçekleşir. Bu yasa bir daha çalıştırılmaz. Netice olarak da aynı olay bir daha yaşanmaz; tekrarlanmaz. Dolayısıyla bilim bunu olayın bağlı bulunduğu yasayı tesbit etme ve onu deneme imkanı elde edemez.!
Esasen biz insanlar için olağan üstülük özellikleri gösteren oluşların kaynağını teşkil eden yazılımlar, sürekli tekrarlanmakta olan oluşların tâbi olduğu yasalara göre daha kompleks yapılı olmayıp daha basit yapılı olmaları gerektir.
Aslında bu tür, bizim açımızdan olağan dışılık mahiyeti arz eden yasa, olay ve olguların, her an tekrarlanan, yani olağan olay olgu ve bunların bağlı olduğu tabiatsal yasalardan hiçbir farkı yoktur. Tek farkı bir defaya mahsus veya istisnai olarak uygulamaya konulmuş olmalarındadır.
Bu dediğimi anlamak için her an karşımızda duran suyun kaynama yasası, yada güneşin doğuş ve batış yasasını ortaya kimin koyduğu üzerinde birazcık düşünmek yeterlidir. Bu vb. durumlar her an tekrarlanmakta, ancak olağan saydığımız bu türden yasaların konuluşu üzerinde pek düşünülmemektedir. Halbuki bu durum oldukça manidardır. İşte bu manidarlık mucize türü olaylarda da aynıdır aslında…
Fakat bu tür istisnai, yani olağandışı uygulamalar insan olarak bizim daha fazla dikkatlerimizi celbedebilmektedir. Oysa asıl dikkatlerimizi celbetmesi gereken şey, sürekli ve belirli bir istikrar içinde tekrarlayan, tekrarlanan yasalar, bu yasalara bağlı olarak gerçekleşen olağan konumdaki olay ve olgular olmalıdır. Asıl işimize, yaşantımıza ve dünyasal sınavımıza yarayacak olanlar da bunlardır.
Bu konuda daha fazla bilgilenmek isteyenleri “Gurbetteki Vekil” adlı kitabımı okumaya davet ediyorum.
                   ***********************
Bazı kesimler ve özellikle bazı ilahiyatçılar, Bu seri kitap çalışmalarım olan, “Nikah Yozgunları, Çürüme, Gurbetteki Vekil, Sabır Bozgunu ve Kördöğüşü” adlı kitaplardaki yazdıklarım hakkında ve özellikle din konusunu kast ederek bana; “Kendi alanlarına da müdahale ettiğimi” söylediler, devamla, “Etiketimin ve kimliğimin  ne olduğu ile dayanaklarımı” sordular.
-Biz bu çalışmaların her satırında, ana dayanağımızın milletimizin bizzat kendisi olduğunu her vesileyle belirttik.
Etiket ve kimliğimiz konusuna gelecek olursak;
-Allah’ın bir kulu, Hz. Peygamber’in garip ve yalnız bir ümmeti, bu milletin naçizane bir evladı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşıyız. Köyünden kentine, sağırından körüne, ve de normaline, bu memleketin her yerinde ve elimize teslim edilen her memleket evladına 25 yıl iyiliği, güzelliği tavsiye ve telkin ettik, bilgi ve aydınlık saçmaya çabaladık! 20 yıl da hak hukuk aradık!  Haklı ile mazlumun yanında olduk. Asla çıkar ve para peşinde koşmadık! Kendimizi bir mum saldık memleket ve insanlık adına erimeye…! Böylece insanımızı  tanıma fırsatı yakaladık.
-Hep belirttiğimiz gibi, aynı zamanda biz de Müslüman’ız. Ve sadece Müslüman... Başka hiçbir şey değil...! İslam bizim de dinimizdir. Ve inanıyoruz ki, yemeyi, içmeyi, soluk almayı nasıl bilebiliyor, mesleğimizi nasıl icra edebiliyorsak, dinimizi de aynı şekilde bilmeli, hayata geçirebilmeliyiz.
-Biz buradaki konuları özellikle toplumsal ve sosyolojik açıdan irdelemekteyiz! Dinsel konular ise bu alanın tamamen ayrılmaz bir parçasıdır. Zaten din= hayat tarzı demektir! Durum bu olunca; kimsenin alanına girmedik; tamamen kendi alanımız dahilinde kaldık.!
 -Üstelik tuttuk bir de söz verdik; “Onları, yani dini sırf kendi alanları sayanları yalnız başlarına bırakmayacağız. Bu alanları, sadece onlara terk etmeyeceğiz. Oralarda biz de, biz de olacağız..!” dedik.
Daha da üstüne üstlük, buradaki sözlerimizi hiç değiştirmeden; “kendisini ilerici, demokrat, özgürlükçü, cumhuriyetçi, halkçı, çağdaş, (güya uygar) aydın, vs. bir kısım yaftalarla tanımlamaya kalkışarak, mangalda kül bırakmayan güya “solcu”, “laikçi” kimselere yönelttik.”Evet ortamı onlara da boş bırakamayacağız inşallah.!! Ve o ortamlar da biz de, biz de olacağız ..!
Öyleyse geliniz bu noktada, kendi din eğitim öğrenim hayatımın bir bölümüne şöyle bir göz atalım ve buradan sonuçlar çıkaralım:
Henüz dört ya da beş yaşlarımın arasıydı. Yedi - sekiz yaşlarımdayken Rahman’ı Rahim’e yürüyen, İnşallah Cennet mekan, şimdi İzmir, Torbalı Ayrancılar Kabristanı’nda yatan, çocukluğumda beni çok ama, çok seven, böylece bana sevgi ve güven aşılayanlardan biri olan, İzmir için “Beni buraya bir kabir çekti getirdi.” dediğim, sevgili anneannem (Fatma Ebe’m), elime bir tutam gilime  (üzüm bağının budanmış  çubuğu) tutuşturdu.
Köy imamının, bizim  Altıparmakgil’e  ait “Yer Oda” dediğimiz, misafir odasında, köyün çocuklarını toplayıp, namazda okunan sure ve duaları öğrettiğini söyledi. Benim de gitmemi istedi. Nedense pek gitmek istemedim. Ancak  Rahmetlinin hatırından da geçemedim; gilimeleri alıp gittim.
Kapıdan girdim. Hemen kapının girişinde bir yerlere adeta sıvışıp oturdum. Başladım odada olup bitenleri izlemeye.
İçeri tıklım tıklımdı. Köyün ufacık çocuklarından tutun da, delikanlılarına  kadar, neredeyse hepsi oradaydı. Kimisi ezber, kimisi ellerinde küçük bir “elif cüzü” Arapça Kuran yazısı okumaya çalışıyorlardı.
Hoca ise yüksekçe bir yerde, elinde odanın her köşesine erişebilecek uzunlukta bir sopayla oturuyordu. Tam da bildik manzara…!? Neyse Hoca işini bitirip bana döndü ve; “Sen bir şey biliyor musun?” diye sordu.
Bilmem” dedim.
Peki o zaman, ben önden okuyayım, sen de arkamdan....” dedi.
Ben de: “Olur” dedim.
Hoca bir güzel besmele çekti. Bir besmele de ben çektim. Çektim çekmesine ama, çocukların hepsi bir ağızdan başladılar gülüşmeye.!
Anlamıştım. Ben bu işi becerememiştim. Hem utanmıştım; hem de yapamayacağım işin başına ta o zamandan beri pek geçmem.
Hem zaten bu husus bizim köyde her gün tellal ile ilan edilirdi:
Herkes yapabileceği işin başına geçsin.” diye..! Durum bu olduğuna göre ne işim vardı benim orada…(!?)
Üstelik daha sonraki yıllarda arkadaşım olan ve bu seri kitaplarımda kendisinden zaman zaman bahsederek alıntılar yaptığım Hüseyin Ercüment kardeşim nerelerden duyduysa bana bir fıkracık anlattı ki, bu durumu o fıkra da teyit ediyor. Bakın size de anlatayım da, mesele hem daha iyi anlaşılmış, hem de konunun farklı boyutlarına da dikkat çekilmiş olsun.
                ***********************
Sözüm ona, günlerden bir gün karga ile eşek aynı koltukta uçak yolculuğu yapmaktadırlar…!?
Karga ikide bir, hostes ihtiyaç çağrı kolunu çekip muziplik yapmaktadır. Hostes gelip de ne istediğini sorduğunda ise, omuzlarını silkerek “Hiiiiçç…!” demekte ve hostes geri dönerken de arkasından “kıs kıs” gülmektedir.
Bir böyle, iki böyle derken durum hostesin canına tak eder. Doğruca gider vaziyeti uçağın pilotuna anlatır ve ondan yardım ister.! Pilot da uçağın güvenlik görevlilerine emir buyurarak; “olay bir daha tekrar ederse o koltuktaki sözüm ona eşekle karganın uçaktan dışarı atılmasını” söyler.
Ne var ki bu arada, karganın yaptığı hareketi bir kez olsun yapmayı eşeğin de canı çeker.! Tutar hostes ihtiyaç çağrı kolunu bir de o asılır….!?
Bunun üzerine yanında güvenlik görevlileri olduğu halde hostes gelir; “ihtiyaçlarının ne olduğunu” yeniden sorar.! Eşek sırıtarak, omzunu silker ve “hiiiiççç…!” der. Bunun üzerine güvenlik görevlileri, her ikisini de uçaktan atarlar..!?
Bu arada uçmaya başlayan karga, düşmekte olan eşeğe dönerek sorar:
“Kanatların var mı…?”
“Yooookkk…!”
“E, paraşütün var mı…?”
“Hayır,yooookkk…!?
“Peki seni kurtaracak helikopter, dostun falan….!?”
“Vallahi hayır…! O da yo…!?”
“Madem öyle… A eşek herif, derdine ne oldu da benim yaptığımı yapmaya kalkıyorsun? Çek öyleyse cezanı..!” der.
             ************************
Hasılı durum bundan ibarettir. Anlayacağınız hemen oradan toz oldum. Yukarıda da andığım gibi, benim İvriz İlköğretmen Okulu arkadaşlarımdan Şükrü her ne kadar;
Benim 100 metre koşum kuvvetlidir.” diyedursun. Evvel Allah benim “100 metre siğirdişim (koşum)” ta o zamanlardan kuvvetliydi…! Üstelik dirençliydim de... Artık bu olay benim için ilk ve son oldu. Bir daha camii imamlarının yapmış olduğu hocalığın önüne diz çökmedim.
Böyle olunca, yukarıda da değindiğim gibi, orijinal haliyle kısa sureler ve klişeleşmiş Arapça duaları ülkemiz şartlarında öğretildiği biçimde öğrenmedim, öğrenemedim..!

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Siz yine de “öğrenmedim,öğrenemedim” dediğimden dolayı benim, dinimi ve Kuran’ı bilmediğimi sanmayın...! Yani cami imamlarından öğrenemedim…! Yoksa hiçbir şey öğrenemedim değil…! Ancak yine de, orijinal kısa surelerle klişe Arapça dua ve metinler hakkında ezberim azdır. Bunlardan sadece namazımı kılmaya yetecek kadar ayet, sure ve duayı bilirim. Buna da (Kendisinden Allah binlerce razı olsun.!) İlkokul 4. sınıfta bizi okutan öğretmenimiz Ali Aslan’ın katkısı çok olmuştur. O, o zamanki “Din Dersi” derslerinde bu dua ve surelerin ezberlenmesini bizlere ödev olarak verirdi. Diğer derslerde yaptığı gibi, din dersinden vermiş olduğu bu konudaki ödevlerin de takipçisi olurdu. Ben de, Din Dersi ödevlerimi aldığım gibi kendi evimize gider; mekanı Cennet olası, Hanife Ebe’min (babaannem) önüne otururdum. O önden okur, ben de arkadan. Bir kalem ezberlerdim.
Ayrıca; sonradan gördüm ki, ezberlediğim dua ve kısa surelerin hepsi yanlışsızdı. Çünkü Hanife Ebem de bunları, köyümüzün geçmiş, meşhur ve dirayetli hocalarından, Abdurrahman Hoca’dan öğrenmişti. Ahdurrahman Hoca; köyümüzde hala bilinir. Kendisi Hanife Ebe’min dayısı, baba taraf Dede’min de amcasıydı. Sebebi ve kendilerinden Allah binlerle razı, rahmeti üzerlerine, mekanları da cennet olsun.!
O zamanki öğrendiğim surelerin yanlışsız olduğunun bilincine varınca; Abdurahman Hoca’nın öğreticilik vasfının ne kadar yüksek olduğunu hep takdir etmişimdir. Ölümünün üzerinden belki, 70 - 80 sene geçmiş olmasına karşın hala anılıp yad ediliyor olması, O’nun bu hocalık vasfını layıkıyla hak ettiğini açıkça gösteriyor.!
Ali Aslan Hocam çoğu öğretmen gibi idealist bir öğretmendi. Daha önce birkaç yıl ilkokul öğretmenliği yapmıştı. Daha sonra da, o zamanki Eğitim Enstitülerinden birini bitirerek Ortaokul ve Liselerde öğretmenlik yapmaya hak kazanmış, atamasının yapılmasını bekliyordu.
O yıl bizim köyün okulunda öğretmen açığı vardı. Kendisinden yardım rica edildi. Zamanın İlköğretim Müdürlüğünün de oluruyla ücret almadan bizleri, yani o yılki 4. ve 5. sınıfları yıl sonuna dek okuttu.
          Allah Ali Aslan Hocamdan da, binlerle razı olsun ki, kendisine Allah’tan hayırlı ve uzun ömürler diliyorum..! Hocam aynı Nuri Sesigüzel’e benzer, yakışıklı bir adamdır. Her zaman için ellerinden, hürmet ve saygıyla     öpüyorum.
Burada, zamanın Bozkır İlçesi İlköğretim Müdürü olan; daha sonra Bozkır İlçemizin Belediye Başkanlığını da yapmış bulunan, soyadı gibi saygın insan, Rahmetli Sabri Saygı Hoca’mı da rahmetle anayım isterim. Allah taksiratını affetsin…! O’nu da tüm sevdikleriyle birlikte Cennet’ine koysun!
Yine ilkokul 4. sınıfın şubat tatilinde 2 günlüğüne komşu Dereiçi Köyüne gezmeye gitmiştim. Orada Rahmetli Mahmut Efendi Amca’mın, evinde çocuklara Kuran okumayı öğrettiğini gördüm. Allah kendisinden razı olsun. Taksiratını affedip Cennetine O’nu da koysun!
Çocuklar okuma çalışması yapıyorlardı. Bu çalışma benim de ilgimi çekti; hem de fırsatı değerlendirmek istedim. Üstelik kendimi bildim bileli bende yoğunluk kazanan Allah’a dayanma ve güvenme duyguma katkı yapacağını düşündüm. Böylece Arapça yazı ile ben de ilgilendim. Hemen de öğrendim. O günden beri Arapça Kuran okumayı kendime yetecek kadar bilirim. Hatta İlkokul arkadaşlarımın bir çoğuna Arapça orijinal metinden Kuran okumayı ben öğrettim. Şimdi onlardan bir çoğu imam - hatip ve vs. mesleklerdedirler.
Geçenlerde Ödemiş, Bıçakçı, Ovacık Yaylası’na, kendisini senelerdir tanıdığım öğretmen arkadaşlarımdan biri olan, iyi niyetli dürüst insan bizim Mehmet Yağcı’nın küçük kızı Berrin Öğretmenin düğününe gittik.
Bu arada Yağcı kardeşim gelen misafirleri nedeniyle bir hayli yoğundu. Vakit öğleye yakındı. Hem biraz vakit geçirmek hem de aynı köyün imamlığından emekli, kendisini ta köylerinde öğretmenlik yaptığım zamanlardan tanıyıp sevdiğim; Üzeyir Hoca’yı ziyarete gittim. Üzeyir Hoca  aynı zamanda hanımıyla birlikte hac arkadaşımdır. Ayrıca bizim Yağcı’nın da eniştesi olur. Vardım; Hoca’m kendisi evde yok… Sadece Hanımı var. Sağ olsun, bize izzet ikramda bulundu. Bu arada namaz vakti de yaklaştı. Ben, izin isteyip namaz kılmak üzere oranın yakınındaki Ovacık Yaylası Camisine gittim.Yaylada yeşilin arasında çok güzel bir camii!
Vardım önünde bir  hayli cemaat var, oturuyorlar.. Selam verdim; cami önündeki şadırvandan abdest almaya durdum. Vakit geçiyor gibiydi, ezan falan da okunmuyordu! Abdesti bitirdim. Cemaatin yanına vardım; sordum:?İçlerinde imamlık yapan bir kimse yoktu. Her hangi birisinin imam olup olamayacağını yani namazı kıldırıp kıldıramayacağını sordum. Pek taliplisi görünmedi. O vakit: “Peki, ya ezan okuyacak olanınız ?” dedim. Baktım, “mırın kırın” ediyorlar…. O an kararımı verdim. Hem ezanı okuyacak; hem de namazı kıldıracaktım.             
             Gerçi daha önceleri birkaç kez ezan okumuştum. Hatta bir defasında, Ağrı-Tutak - Damlakaya (Meter) köyünde öğretmen iken, aynı köyün yukarıda resmi görülen camiinde, o köyün imamının ezan okuyuş makamını beğenmediğimden dolayı bir ezan okumuştum. Ancak ezanın bir bölümünü okumayı unutup öylece inip gelmiştim. Köylüler bana gülüşmüş, İmam’ın okuyuşunu beğenmeyişimin cezasını böylece çekmiştim.  Ezanı ise çıkıp yeniden okumuştum.
Bu kez, tabanları yağlayıp kaçma yolunu tutmamıştım. Çünkü dört-beş yaşlarında değildim! Hem kaçacak yer de yoktu. Ayrıca beni köylüler de seviyordu, ben de onları..

Ovacık Yayla Camiinde, bir kez daha ezan okumaya hazırlanıyordum ki; hazır bulunan cemaatten “Hah işte ezan okuyacak adam geldi.” diye sesler duyuldu. Ben de ezan okuma işini gelen kişiye bıraktım. Hasılı kendime seçtiğim bu işten paçayı yırtmıştım.     

Ama namazı kıldıracaktım. Karar vermiştim. O gün, o cemaate imamlık etme işini kimselere bırakmak niyetinde değildim. Dedim ya: kararımı vermiştim. Gerçi bu ilk deneyimim olacaktı. Ama olsundu. Bu gün, yeşilin içindeki, bu yayla camiinde bunu istiyordum:
Ezan okunurken bizler de camiye girdik.. Ben, önlerde uygun bir yere oturdum. Tabii ki, ezanı okuyan kişi de müezzinlik yapacaktı. Neyse Allah kabul etsin önce öğle namazının sünnetlerini kıldık. Müezzine dönüp başımla işaret ettim. O da ikamet okumaya başladı. Ben de karşımda duran imamlık cübbesi ile takkesini giydim. Doğruca vardım mihraba.!
O an çok heyecanlandım ve içim ürperdi…!
Ben aslında topluluk karşısında konuşmaktan ya da bir iş yapmaktan oldum olası çekinmem ama bu kez içim ürperdi. Ürperdi çünkü orası, Peygamber Efendimiz’in makamıydı. Ve bu makama ben ilk kez çıkıyordum. Bu ne büyük bir nasip ne büyük bir onurdu! Neyse hem namazı kılmaya, hem de kıldırmaya niyet ettik! Allah’ın yardımıyla tamamladık. İnşallah Rabbim kabul buyursun!

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *
Kendi açımdan yukarıda da anlattığım  gibi, dinim hususunda fazla da cahil kalmadım. Hem Allah yardım etti hem de O, benim dinimdi. Yemek yemeyi nasıl bilebiliyorsam, mesleğimi nasıl icra edebiliyorsam, O’nu, yani Dinimi de öylece bilmeliydim.
Bu sebeple ezberim fazla olmasa da, hayatım boyunca Kuran’ı iyi anlamak bakımından çok çabaladım. Bunun için de daha çok meal ve tefsir okumayı, hatta günümüz koşullarında Kuran’ın orijinal metnini kulaktan dinleyip, hem mealini hem de orijinal metnini birlikte okumayı daha çok severim. Böylece de Kuran’ı mealen ve O’nun perspektifini bilirim. Asıl dini kaynak olarak da Kuran’ın bizzat kendisini tanırım. İnşallah O’ndan aldığım feyizle ahlaklanmak gayretindeyim. Allah hepimizin yardımcısı olsun…!
Zaten bende bir şey, kendimi bildim bileli hep güçlü olmuştur. O da Allah’ı hep en yakınımda bulmak, sadece O’na güvenip dayanmaktır! İnşallah Allah bu yolda yardımını esirgemez. Bunu iyi bilirim; O esirgemez! Sakınıp kıskanmaz. Yardımı yapar. Verir. Ben O’nu hep öyle buldum. O Gani’dir yani zengindir. Fazlı da büyüktür!

              **************************

Not: Konuya dair kaleme alınarak, Torbalı'da yayın hayatını sürdürdüren gazetelerden ikisinde muhtelif zamanlarda yayınlanmış olan "Mucuzi Nedir; Nasıl Oluşur?" adlı makalemizi burada yeniden tea-akdirlerinize sunuyoruz:


MUCİZE NEDİR; NASIL OLUŞUR?
        
Kanal 7 adlı televizyon kanalında olsa gerek ki, yayınlanan güya bilimsel ve güncel bir söyleşide, şiddetle hurafecilik savunuluyor, hurafeciliğin dinsel, daha da öteye, İslam-sal ve toplumsal anlamda güçlü, hatta önemli bir ihtiyaç olduğu vurgulanıyordu. Aksini düşünenler ise alaya alınmakla kalınmıyor, adeta hakaret derecesinde kınanıyordu..!
Bunu söyledikten sonra artık; akıl sahiplerini nereye doğru gidiyor olduğumuzu iyi düşünüp, iyi tahlile davet ediyorum! Lütfen…!
Aynı kanalının incilerini doğru tahlil edersek;
Aslında hurafe diye anlattıkları şeylerin hurafe olmadığını,
Henüz bilimsel izahı tam olarak yapılamayan, belki de hiçbir zaman yapılamayacak olan olay da olgular olduklarını açıkça görürüz.
Programdaki anlatımlarına göre; “şehit olmanın dinsel sonuçlarını, yahut kulun daraldığı zamanların çoğunda kendisine Allah’ın özel yardımının yetişerek o kulu, gurubu yahut da bir orduyu olağandışı biçimde kurtarmasını” örnek gösteriyorlar, bu türlü olgulara inanılmasını da “hurafeye inanmak” diyorlardı.!?.
Halbuki bunlar kesinlikle hurafe değildirler.
Doğrusu bunu söyleyenler; ya hurafenin ne olduğunu bilmeyen, ya da bile. bile hurafeyi gizleyerek, toplumu hurafeye alıştırıp yönlendirmeye çalışan, militarist bilim cüceleridirler.
 Önemle belirtmek isterim ki; Mucizevî olaylar vardır! Bunlar olağandışı biçimde yaşanır ve biter.! Bunda şaşıracak bir husus yoktur. Şöyle ki;
O olayın yazılımı, yasası, yani kaderi de aynı olağan olayların kaderi, yasası gibidir. Evrenin genel yasa koyucusu olan C. Allah tarafından konulur. Sonuç bu özel yasaya göre irade buyrulur. Konu olay da derhal gerçekleşir. Ondan sonra ise, konu yasa bir daha çalıştırılmaz. Çünkü genel olmayıp özel yazımlanmış bir yasadır o. Netice olarak da, aynı olay bir daha yaşanmaz; tekrarlanmaz.
Dolayısıyla bilim bunu, yani olayın bağlı bulunduğu yasayı tespit ve deneme imkanı elde edemez! Konu bu kadar basittir aslında!
Tahminimce üstelik, ve bizim şaşmamızın aksine olarak:
Sürekli tekrarlanmakta olan o, olağan oluşların tâbi olduğu yasalar daha kompleks yapılıdırlar. Hâlbuki olağan üstü özellikler gösteren oluşların kaynağını teşkil eden yazılımlar daha basit yapılı olmalarıdırlar.
Yine de aslında bu tür, yani bizim açımızdan olağan dışılık mahiyetindeki yasa, olay ve olguların, her an tekrarlanan olağan olay, olgu ve bunların bağlı olduğu tabiatsal yasalardan hiçbir farkları yoktur. Zannımca tek farkı bir defaya mahsus veya istisnai olarak uygulamaya konulmuş olmalarındadır. 
Mevcudatta önemli olan asıl konu, mucizevî saydığımız oluşlar değil, olağan oluşlardır. İşte asıl mucize de olağan olay ve oluşlardadır!
Andığım türden kişilerin oyununa gelmemek gerekir. Yapmaya çalıştığım açıklamayı anlamak ve kabullenmek kolaydır aslında. Şöyle bir düşünelim:
Her an karşımızda duran, suyun kaynama yasası, ya da güneşin doğuş ve batış yasasını ortaya koyan kimdir? Kim koymuştur…? Bu vb. durumlar her an tekrarlanmakta değil midir?
Olağan saydığımız bu tür yasaların konuluşu üzerinde pek düşünülmemektedir nedense.
Oysa olağanlıktaki durum oldukça açıklayıcıdır mucizeyi.
Bunu anladıktan sonra, “Mucize türü saydığımız olaylar da aynı olağanlar gibidir.” der, geçeriz. Olurluğu veya olmazlığı üzerinde fazlaca durmayız. Gerek yoktur çünkü buna!
Ne v ar ki; bu tür istisnai, yani olağandışı uygulamalar insan olarak bizim daha fazla dikkatlerimizi celbetmektedir. Oysa asıl dikkatlerimizi çekmesi gereken, sürekli ve belirli bir istikrar içinde tekrarlayan, tekrarlanan yasalar, bu yasalara bağlı olarak gerçekleşen olağan olay ve olgular olmalıdır.
Asıl işimize, yani yaşantımıza ve dünyasal sınavımıza yarayacak olanlar da bunlardır.
Bu konuda daha fazla bilgilenmek isteyenleri “Gurbetteki Vekil” adlı kitabımı okumaya davet ediyorum.
Olağanlıklar içinde kalın efendim! Saygılarımla…
                                                                                    
Ağustos.2008
Av. Mehmet DURAN
av.mehmetduran@hotmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder