F- SELÇUK ÜNİVERSİTESİ, İLETİŞİM FAKÜLTESİ
ÖĞRETİM ÜYELERİNDEN, DOÇ. DR. CANER ARABACI’NIN BANA VE ÇALIŞMALARIMA BAKIŞI:
Kardeşim Caner ben ve kitap çalışmalarım için;
“BU SESE KULAK VERİLMELİ!..
Caner ARABACI
Aradan otuz sekiz yıl geçmiş.. Yıllar ne kadar da çabuk tükeniyor. Zamanın hızlı akışı mıdır, zamanı bereketli hale getirecek halden yoksunluk mudur; sebep ne olursa olsun gözümde hali pür melâli canlanan Mehmet’i görmeyeli işte bu kadar yıl olmuş..
Eskiler olsa idi, ‘vefasızlığınıza pes doğrusu’, diyebilirlerdi. Atlı, katırlı, yayan ulaşımın olduğu günlerde her halde dostlar, şimdiki hızlı araçlarının olduğu dönemden daha yakındılar..
İlkokulun hemen ardından diyarı gurbete çıkmış, Bozkır’ın Yelbeyi Köyü’nden küçük Mehmet’in gözümde tüten haline döneyim… Kumral, yumuşak saçlı, sevecen minyon yüzlü, pırıl pırıl bakışlı, sevimli bir köy çocuğu…
Riya ve iki yüzlülüğü tanımamış, belki de benimsememiş, benimseme kabiliyeti dahi bulunmayan bir sima… İçinden geldiği gibi, gönlünden koptuğu gibi davranan bir arkadaş canlısı, dost…
Elinde kurşun kalemi, kıyıları kırışık bir defter, gece yazdığı roman bölümlerini bizlere okurdu. Yazıları genelde, insan ilişkileri, köy hayatından kesitler içerirdi. Dinleyenin de okuyanın da zevk aldığı yazılardı. Zaten dinleyen de onun gibi küçük yaşta, küçük bedende köyünden kopmuş çocuklardı… Benzer görgü, benzer kaynaklardan beslenmişlerdi. Belki sınıf arkadaşlığından öte yakınlık duymalarının altında o kültürel kodlar vardı..
Eskilerin Hüsn-ü Hat dedikleri, bizim okuduğumuz dönemlerde, İlköğretmen Okulları için Resim Dersi yanında aynı derecede önem verilen Güzel Yazı Dersi’nde Mehmet ayrıca dikkatimi çekerdi. Romanlar yazmaya teşebbüs eden Mehmet, güzel yazı konusunda o kadar istekli değildi. Belki onda, zorunlu tutulana, daha doğrusu kendisine dayatılana, yani kendisi istemediği halde ondan istenileni vermeye tepki vardı. Kendi istediğini yapmaya meylediyor, bunun ötesine geçen bir durumda ise kayıtsız kalıyordu… Zaten işimiz sadece derslere çalışmak, ilgi alanını derslerle sınırlamak da değildi…
Bir rüzgâr geldi; bizleri savurup dağıttı. 1970’de, lise birinci sınıftayken ayrıldık birbirimizden!... 68 Kuşağının etkin olduğu, 12 Mart hazırlığının gerekçesi bir süreç devam ediyordu…
Toros’lu türküler söyleyen, Anadolu yaylalarının temiz esintilerini yüreğinde taşıyan çocuklar; kaynağını karanlık akımlardan alan kavgaların tarafı, savaşçısı olup çıkmışlardı.
Yalnız Mehmet bu konuda yerli, makul kalmayı başarabilmişti. “Uç” olmamıştı.
Savrulmanın anaforunda olarak, bir grup arkadaşla İvriz’den koparılmıştık. Kopuş o kopuş… Neredeyse yarım asra yakın diyebileceğimiz bir süre sonra Mehmet’in telefonu çaldı. Öğretmenlik yapmış, bu arada hukuk okumuş, avukatlık bürosu açmıştı.. Ama yüz yüze görüşemedik. Sonra tekrar konuştuk. Bu defa telefondaki ses, kitabını müjdeliyordu. Zihnim, çocukluk dönemini gözlerimin önüne çoktan getirmişti bile.
Mehmet, ta küçükken yazıyordu. Yazmaya kabiliyeti vardı. Acaba neler yazmış olmalı.. Fakat bu defa ki yazıları, otuz sekiz yıl öncesininkiler gibi değildi. O zaman roman muhtevası içinde toplumu anlamaya, anlatmaya çalışan Mehmet, artık sosyal, ahlâkî yapıdaki çözülmeleri eleştiren, onların nedenlerini anlayıp çözümler üreten, özgün bir söylemle karşımıza çıkıyordu. Ses neredeyse çocukluğundakiyle aynı idi. Yüreğin duyuş safiyeti değişmemişti. Çalışma hayatı, geçirilen badireler, içteki güzellikleri pörsütüp öldürememiş, tam tersine, ülkemezde oluşan, oluşturulan kirlenmeye, çürümeye ve yürütülen kördöğüşüne ye karşı savaş açan dinamizmini ayağa kaldırmıştı.
Karşımızda, artık Yelbeyi’li çocuk değil, aydın, sorumluluğunu idrak etmiş, sıra dışı bir yazar vardı. Hem de aradığımız, bulamadığımız, hasretini duyduğumuz anlayış ve solukta.
Güdümsüz, kendi adına, toplumu adına, değerleri adına düşünen ve kalemi eline alan bir yazar.
Hoş geldin Mehmet!.. Allah yüreğine de kalemine de güç versin. Özlediğimiz o kalem ve o yürekti.. Sesin, soluğun tez elden alınır, anlaşılır olsun.. Yüreğinle, kaleminle, bahtın açık olsun…
Çürüme ve Kördöğüşü, onun parçası olanlar, yani çürütenlerle kördöğüşünü yapanlar tarafından teşhisi konulabilecek bir olgu değildi. Aynı şekilde onlar tarafından da ortadan kaldırılamazdı. Hastalığa sağlık, yayla safiyetindeki esintiden gelmeliydi.
Söz uzadı… Ama şunu da belirtmek gerek:
Mehmet Duran’ın yazısı bir yüreğin sesi.
Bozulmamışı, hilkati, yahşiyi arayan; Yelbeyi’nin ardıcı kadar saf, tabii, Anadolu Bozkırı’nın sesi.
Onun için, o yüreğe kulak verilmeli, dayanmalı. Ten teması kadar hassas ve titreşimli bir gönül bağı kurulmalı.”
Demişsin…
Kitap çalışmalarımda, seni kendime dayanak edindiğim bölümler hakkında ve bunların teyidi anlamında ise;
“Saygıdeğer Kardeşim,
Adamı bir anda ak saçlı iken alıp, on numara tıraşlı kara saçlı günlerine götürüyorsun. Üstelik, mazinin karanlıkları arasında bazı hatıraların kaybolup gitmesine izin vermeden; insanî erdemleri unutup elinin tersi ile itmeden… İnsan olmanın erdemlerle mümkün olduğunu bize hatırlata hatırlata…! Ne diyeyim… Allah kalemine, yüreğine güç versin.
Yayılan dalgaların ilk taşı olmak ne kadar güzel bir şey. Gazeteler, televizyonlar, internet siteleri tersini bile yapsalar, ve de ne yaparlarsa yapsalar, doğru bir tek taş olmak, yine de en iyisidir….
İnternetten gönderdiğin son kısmı da bugün alıp okudum. Bazı ufak-tefek işaretler ile işaret koymadan düzeltmeler içeren kısmı olduğu gibi geri gönderiyorum. Yazı dilinde, konuşma üslubuna ulaştırıcı noktalamalar kullanılabilir her halde. Ama bunlarda vurgu yeri olarak ünlemler, soru işaretleri noktalardan önce mi yoksa sonra mı gelmeli? Herhalde çok önemli değildir. Ama yine de noktalar işaretlerden önce gelmeli değil mi…?
(gitsin…(!?) , budur…!!!, ne demeli…!!!???) yerine (gitsin!?.., budur!!!.., ne demeli!!!???..) daha uygun olabilir mi? Veya bunların tek işaretlisi.. Bir de unvan yerine daha genel bir kavram olarak (Öğretim Üyesi) kullanılabilir mi?
Mehmet’çiğim, görüyorsun ki özde söyleyecek bir şey bulamayınca kabukla uğraşıyorum. Muhabbet ve hasretle kucaklarım. Caner.”
Diye yazmışsın…!
Ana gıdasını İvriz’den alan, benim yürekli, mert ve delikanlı arkadaşım, sevgili kardeşim Caner.
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi olan, ancak ünvanını kullanmayı zül bilen Caner.
Sayın Doç. Dr. Caner ARABACI;
Yukarıdaki ilk yazın, duygu deryasında saatlerce ağlattı beni…!
Sen dürüsttün, yiğittin, delikanlıydın… En küçük bir yamuğu ya da yanlışı ne yapar ne de yaptırırdın. Ne de elinden geldiğince prim verirdin. Ve adın bana, hep bunları hatırlatır.!
Bizler 4. sınıftayken (lise 1. sınıf) sınıf arkadaşlarımız içinde çeteleşen 8-10 kişilik bir gurup vardı hani…?
Dayı kesilmişlerdi başımıza…
Ve musallat olmuşlardı dünyalar güzeli bayan hocamıza…
Hoca’mız iyi niyetli ve temizdi… Onlar ise bunu suiistimal ediyor, güya “Ödev gösteririz.” diye masasının çevresinden O’nu ablukaya alıyor, Biri de başını masanın altına sokup röntgencilik yapıyordu hani…?
İkimizde ön sıralarda oturuyorduk da, sen bir sabrediyor, iki sabrediyor, dayanamıyordun hatırladın mı…?
Bir defasında dayanamayıp, nasıl vurmuştun röntgencinin kıçına tekmeyi…!
Masanın ta altına dek nasıl da sokmuştun Kerata’yı(!)
Hoca çıkıp gitmiş; çete elemanları sarmıştı seni,
Bir güzel döveceklerdi yani...!
Ama sen ne kadar da dik durmuştun karşılarında!
Yine de sen bir kişiydin ve döveceklerdi seni…
Ama derhal arkana ben çıkıp dikilmiştim! Sonra da diğer dostlarımız…
Çete, saldırısını gerçekleştirememişti. İş bu gerçekleştirememeyle kalmayıp o gün o çete dağılmıştı….
Ve bizler dimdik ayaktaydık…!
Ama bir gün, kendisini bu ülkenin aydını sanan bir hoca,
“Her türlü fırsat elindeyken, Sovyetler Birliği’ni de kandırıp, bu ülkede komünist devleti kurmadı. Burjuva cumhuriyeti kurdu.” diye Atatürk’ü suçlayan, Atatürk düşmanı bir adamın, ülke dindarları için, “Atatürk düşmanıdırlar!” demesine de dayanamamıştın!
Ayağa kalkıp O’na; “Oralarda ve bu sınıfta, senden başka Atatürk düşmanı yok!” demiştin!
Adamın gücü, sille tokat ancak dövmeye, yatılılık ve İlköğretmen Okulları’nda okuma hakkını elinden aldırmaya ve aynı gün seni okuldan uzaklaştırmaya yetmişti..!
Dershanemizden dövüle dövüle götürülüşün seni son görüşüm olmuştu… Korkuyla bakakalmış, sana destek verememiştim… Özür dilerim be Caner… Seni bari olsun, uğurlayamamıştım bile.!
Sana destek vermek isterdim… Lakin hepimizin hali malumdu. Fakir fukara evladıydık, okuldan atılırsak hayatımız kayardı… Nitekim benimki kesinlikle kayardı! Belki bunun hepsi hayatın bir cilvesiydi… Kim bilir…
Hayatım boyunca, senin ne durumda olduğunu hep merak ettim…
Selçuk Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi olduğunu duyunca koltuklarım kabardı, mutlu oldum ve izini bulmuştum. Seni derhal aradım.
Evet…:
Kuran’ın belirttiği, senin de hatırlattığın gibi; “Onlar yapadursunlar planlarını; elbet bir de Allah’ın planı vardı…!”
Ülke sorunlarını konuşuyorduk da bana; “Yaz bunları…” diyordun. Başladım yazmaya Caner…
Elimden geldiğince, dilimin döndüğünce…
Farklı kulvarlarda da olsanız sen İsmail Yıldırım’ı en az benim kadar iyi tanırsın… O’nun hakkında yazdıklarımı senin için de aynen tekrarlıyorum…
Ve ayrıca belirteceğim bir husus daha var ki;
Yukarıdaki yazılarında ”İşin kabuk kısmıyla falan ilgilendiğini ve vs. şeyler” yazmışsın…
Bak Caner; benim canımı sıkma…!
Sen kabukla, mabukla uğraşacak adam değilsin!
Atmasyonu bırak sadede ve işin hakikatine gel.!
Bak, sana bu konudan hemen sonra Kadir Baran faslı içinde bir “kabuk pörtletme” meselesi anlatacağım ki, sen yanımızda olmayınca ve senin yokluğunda bizlerin kabukla nasıl uğraştığımızı, asıl kabukla uğraşanların bizler olduğumuzu, bunu hala da pek terk edemediğimizi öğren. “Öğren.” diyorum, çünkü seninle daha çok işimiz var. O kabukları kırıp işin daha daha özüne çok gireceğiz inşallah…!
Şimdilik bu fasıldaki sözlerimi burada bitiriyorum ve yine; “Bize varlığın yeter Caner…! Sen hep aynı kaldın; hiç değişmedin, sadece geliştin…! Bizlere çok lazımsın; daha da geliş, ve gelişeceksin be Caner…!”
“Seni yılların özlemiyle kucaklıyor; gözlerinden gıyaben öpüyorum… Varlığın ve dostluğun için önce Rabb’ime, sonra sana teşekkür ediyorum; Lütfen kabul et Caner!” diyorum.